Mide, Maraton, Cızırtı ve Diş


Sınav haftasıydı ve midem tarafından ihanete uğramıştım.

Görüntüde sabah erken kalkmak zorunda olduğu için sızlanan bir kız çocuğu gibi görünüyorum. Hatta bebek. Ama görünenin altında anlamsız bulduğu şeyler için mücadele etmek zorunda hisseden, Dünya adlı şu güzide gezegende boğulan insanlardan bir tanesiyim.

İnsanlar geçen hafta nasıl olduğumu sorduklarında: "Bünyem kaldırmıyor." dedim. "Bu sınavları kaldıramıyorum." İlk iki gün boyunca ağzıma bir lokma yiyecek koyamadım ben. Anlamsız bir stresin içinde kıvrandım. Yaşadığım şehre çok yakın bir şehirdeki okula gidiyorum, ara sıra. Ben evim olmayan bir evde, başka bir şehirde ve hatta herhangi bir sokakta bile kendimi terk edilmiş gibi hissediyorum. Etrafımdaki hiçbir şey bana tanıdık gelmiyor, bir şey ifade etmiyor. Sanki tanıdığım herkes beni terk etmiş, tek hissettiğim şey bu.

Otobüste gözlerimi kapatıyorum; evdeyim. Yarınlık derdim yok, yarınlık anlamsız ve zorunlu hissiyatlı programlarım yok, yarınlık bir ben varım sıcacık. Sonra gözlerimi aralıyorum güneş yüzüme çarpıyor ama ben donuyorum. Gözlerimi kapatsam ısınacağım. Ama inmem lazım, son duraktayım. Bazı günler ertesi gün sınav çok erken saatte olduğu için orada kalırım. İki gün! İki günün ardından İstanbul sınırlarına girdiğim anda midemde bir rahatlama... Artık yanma falan yok, huzursuzluk da gitti. 

Saat 16:00 

Çantamda belki midem benle barışır diye sabah fakültenin kantininden aldığım sandviç var, yemek için çıldırıyorum. İsteye isteye açtım, yedim bitirdim o sandviçi. Hayatımdaki en anlamsız günlerden birinin sandviçiydi. Ama güzeldi. Açken her şey güzel. Midem İstanbul'u seviyor, anlaşıldı. Zaten ben ne hissetsem midemde hissediyorum. Benim midemde de kalp var. Eminim. 

Ertesi sabah ben yine sınav için okul yollarına düştüm tabi. Cumartesi'den bir sonraki Cumartesi'ye kadar süren o lanet sınav haftasının içinde saçma sapan streslerim içimde pişti. Pişti ve beni zehirledi. Gün yine zehir oldu, midem yine mide olmaktan vazgeçti; kalbe dönüştü, saçma streslerimi aldı düğüm düğüm etti kendini. Yahu, dedim. Sana da ızdırap bana da, nedir senin bu acıya olan ilgin? Ha bir de çok enteresansın, dedim. Bulgur pilavını çok severim ama sen sevmezsin, hemen bir asileşmeler, geceyi bana zehir etmeler falan. Çiğköfteyi tek oturuşta bayağı bayağı yerim ama acısını çıkartırsın yine. Aç karınla içtiğim bir bardak çayı bile kendine içiremezsin. Benim kadar inatçısın, ama atsan atılmaz satsan satılmazsın. Değiştireyim, yenisini alayım, desem tıp daha o imkanları sunmadı galiba. Ama olsun, bir zamanlar bir lokmacık ekmeği bile çok görürdün bana, ve bu aylarca sürmüştü. Saçmasın mide. Ama konumuz sensin. En azından bir yere kadar.

***

Geçenlerde eve geldim, uykusuzluk gribi olmuşum. Evet, uykusuzluk gribi. Bir türlü kendini dinlenmeye adamayan, adamaya çalışsa da bilincin açık kaldığı uyku müsvettesinin ardından aşırı uykusuzluktan ötürü yakalanılan grip çeşidi! Rüzgar esti, ben hasta oldum. Zaten bedenim de o rüzgarı bekliyordu, yığılıp kalmak için. Ama ben ne yaptım? Yığılmadım. Servisten indim, o aptal minibüsü itinayla çektim, eve geldim, duş aldım, oturdum ders bile çalıştım ama anlamadım.

Saat 22:40

Bir mesaj geldi. Sabah 05:20'de servis varmış ama başka servis de olmayacakmış bütün gün! Çünkü lanet olası bir cumartesi gününde sınav mı olurmuş, efendim. Ben olsam, ben, ben benim, zaten ben de öyle düşünüyorum. Lanet olası bir hafta sonunda sınav mı olurmuş, efendim! Ama ben şaşırmıyorum, hem maraton koşularının yapıldığı pazar gününde bile sınav koymuşlardı yahu neden şaşırayım! Boğazı kapatıyorlar, koşmak için. Ama ben sınavın hafta sonu olduğuna mı anlam vermeye çalışayım yoksa koşu gibi muazzam bir sporun mis gibi ormanlarda, doğanın içinde yapılması gerektiğine olan inancıma karşın insan yapımı bir deniz üstü beton bir köprüde koşmanın anlamsızlığına anlam vermeye mi çalışayım, bilemedim. İkisini de yapmadım, kabullendim. Elimden bir şey gelmezdi. En fazla sınava gitmez sonra da mezun olamazdım falan.

Ben o sınavların hepsine gittim. Sonra, "Nasıl geçti?" diye sordu insanlar. "Eh işte." deyip sustum. Ben iyi değilim, sınavlarım iyi olsa neye yarar, diyemedim. Çünkü hala o kadar hastayken sabahın 5'inde yatağımdan kalkıp okula gidip sonra da 5 saat bir sınavı soğuk koridorlarda yarı baygın vaziyette beklememin hesabını kendime veremiyordum. İnsanların suratına bakıp: "Alt tarafı bir kağıt parçası, bu kadar önemsemeyin. Üzerinde yazacak olan puan sizin esas puanınız değil. Zaten olay da puan değil." demeyi öğrenmiş ama yine de gönül rahatlığıyla o yatakta uyuyamamıştım.

***

Hiçbir şey yapmak istememek değil bu. Bu, anlam vermekle ilgili. Kendime eziyet ettiğim şu lanet olası günlerde bir kez daha anlıyorum ki biz dünyaya yaşamaya değil çalışmaya geldik. Fakat yanlış şeyler çalışıyoruz. Çalışmakla derdim yok fakat doğru şeylere doğru saatlerde çalışırsak! 

Ya bu dünyaya sadece geldiysek? Yaşayıp gideceksek? Ki, öyle! Ya hiçbir şey inandıklarımız gibi değilse?Başka bir hayat var. Beynimde cızırtısını duyabiliyorum. Başka bir hayat var. Bazı zamanlar gözümün önüne hiç görmediğimi sandığım görüntüler geliyor. Bazen beynim beni o anlara götürüyor ve farkında olmadan alakasızca mırıldanıyorum. Anlamı çok büyük olan cümleler uçuşuyor dilimde. Başka bir hayat var, her zaman. Hevessiz kalmayalım. Bir ihtimal dahi düşünmemek üzerine kurgulamayalım kendimizi. Onca şeye inanırken başka bir hayatın varlığına da inanalım. Yaşamadıklarımıza inanalım, hadi.

Beynimde bir gece yarısı beni hatırlamamaya zorlayan ve geçmişteki hayattan çıkarıp atan o cızırtı. Fakat duydum sevgili beynim, o hayatın varlığını duydum. O cızırtı oralarda bir yerde, onu bulmalısın.

İstemeden kendimizi hapsettiğimiz ve zorunda hissettiğimiz bir hayatı yaşıyoruz. Zorunda hissettiğimiz ve hatta zorunda olduğumuza inandığımız şeyler yapıyoruz. Sadece yaşayıp gidemiyoruz.

Hayatımın çoğunu gerçekten istemediğim şeyleri yaparak geçiriyorum. Sahiden istemediğim şeyler üzerime çullanınca kedime durmadan dişlerimi sıkarsam geçeceğini söylemeye başlıyorum. Yapmak istemiyorum, diye çığlıklar atan içimdeki o gerçek insanı duymazlıktan gelip istemediğim şeyleri yapmaya devam ediyorum, edeceğim. Ağlamak isteğine karşı koyup susup oturmak gibi. Fakat bir gün buna devam etmemek üzerine planlar yapacağım.

"Az kaldı kızım, dayan!" deyip duruyorum anlamı bulamadığım her anlamsızlığın eşiğinde. Dişlerimi neden sürekli sıkmak zorunda hissettiğimi bilmiyorum ve kendime yarattığım zorundalık hissiyatının çemberinden geçip gitmek istiyorum bir an önce. Lisedeyken, "Bitecek." dedim kendi kendime. 4 sene boyunca nefret ettim okulumun olduğu semtten. Hatta hayatım boyunca bir daha asla adım atmayacağıma dair yeminler bile ettim, öyle bir nefret. Lise bitti. Her sabah çalan o iğrenç alarm sesine koşullanmış bir denek gibi hala ne zaman o sesi duysam aynı şeyleri hissediyorum. Üniversiteye başlar başlamaz yeni bir alarm sesi buldum. Günler geçtikçe ondan da nefret etmeye başladım. Ama bu da bitmeden değiştirmiyorum. Kendime nefret edecek yeni sesler yaratmak istemiyorum çünkü.  "Geçecek." dışında sürekli tekrarladığım bir şeyin daha var olduğunu anladık böylelikle: "Sık dişini kızım!"

Aslında istediğimiz her şeyi yapabilecekken kendi önümüze engeller koyuyoruz. Bu yüzden mutsuz ve acınacak haldeyiz.




Yorumlar

  1. Mide ile olan muhabbeti gülerek, eğlenerek okudum, efendim :D
    Benim de aynı şekilde, sevdiğim yemekleri kaldırmadığı oluyor çoğu zaman. Şu alarm muhabbeti var ya, alarm değil de aklıma o iğrenç zil sesi geldi okulun. Gerçekten düşündükçe midem bulanıyor. Hakkınız var, melodiler böyle mahvoluyor işte.

    Başka bir hayat var. Evet, bunu hep söylüyorum. Bir yerde beni bekliyor o hayat diyorum. Ben de sık dişini diyorum kendime ama... Uzun zamandır sıkıyorum dişimi. Belki de ilkokuldan beri. Bakalım... Dişsiz bir hayat istemiyorum :)

    Kaleminize sağlık, efendim :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de yorumunuzu gülerek okudum, efendim. :) Dişsiz bir hayata hayır! Teşekkür ederim, bu güzel yorumunuz için. :)

      Sil
  2. Sınavlar gelip geçiyor, bir dolu stres. Lakin asıl stres mesleğe atılınca, o da beş gençten birinin işsiz olduğu bir ülkede yeterince şanslıysanız, başlıyor. Hele bir de amirin, patronun, müdürün olduğu bir meslek yapıyorsan vay haline.

    Üniversite yıllarımı hatırlıyorum da ne gereksiz derslerden ne amaçsız sınavlar olmuşuz. Aynı dönemde okuduğum ve psikolojik olarak gerçekten bazı sıkıntıları olduğunu düşündüğüm arkadaşlar şu anda sadece ÖSYM'nin sınavında "başarılı" olarak öğretmenlik yapıyor. Liyakat dediğimiz şey beş adet şıkkın arasında aranıyor, yazık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yazık ki ne yazık... Ben şu zamanlardan geçip iş zamanlarının stresini yaşamaya razıyım açıkçası. İleride aksini düşünmemeyi diliyorum. Yorumlamanız için teşekkür ederim, efendim.

      Sil
  3. Öğrencilik sayesinde, aylaklığa alıştım. Hatta mesleğin öğrencilik olacak deseler evet derim, son bir aydır iş arıyayım dedim, "oww ne lanet pislik bir haldir" diye bıraktım aramayı, olmayan bir şeyi var edemem sonuçta. :D Öğrencilik yılları aranır, genelde lise yıllarıdır bu ama üniversite eğer sana değer verdiyse aranır. Umarım güzel bir geleceğin olur. Sağlığın için vizelerin cilvesi, bünye "beni bırakın siz devam edin" demiş. :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hakkınız var, öğrencilik güzel fakat bir yere kadar. Sanırım birçok şey bir yere kadar güzel. Teşekkür ederim, yorumunuz için.

      Sil
  4. Midemiz çok hisli gerçekten, okurken kendimi "aynen öyle" demekten alamadım.
    Kaleminize sağlık...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar